top of page

İKİ ŞEHRİN HİKAYESİ - ROMAN ANALİZ

  • Yazarın fotoğrafı: Muhammet Yasir Tüten
    Muhammet Yasir Tüten
  • 31 Ara 2020
  • 6 dakikada okunur

Paris sokaklarında, yanlışlıkla şarap küplerinden biri devrilir. Küp kırılır ve içindeki şarap sokağa doğru akmaya başlar. Çevredeki insanlar bu olayı fark eder etmez her birisi işlerini bırakır ve akan şaraptan paylarına düşeni almak için birbirleriyle yarışmaya başlarlar. Parkelerin arasına dökülüp pislenen birkaç litre şarap da dahil olmak üzere şarap fıçısından geriye bir damla bile kalmaz. İnsanlar hepsini yalayarak tüketir. İngiliz edebiyatının usta isimlerinden Charles Dickens, Fransız monarşisi ve aristokrasisi altında ezilmiş halkın ekonomik durumunu ilk sayfalarda bu şekilde özetlemiş. Paris halkı açlıktan sokaklarda biten yabani otları kaynatıp günlerce çocuklarına içiriyor, asilzadeler tarafından hor görülüyor, bir hayvan kadar değer bile görmüyordu.


Fransız İhtilali’nin ne olduğunu ve nelere yol açtığını çoğumuz biliyoruz. Monarşilerin yıkılarak yerine Cumhuriyetin gelişi, milliyetçiliğin yayılarak İmparatorlukların sonunun gelmesi, Aydınlanma Çağı'nın sonu ve yeni bir çağın başlaması vb birçok sonucu olmuştur. Ancak Fransız devrimine giden süreci, devrimden sonrasını, devrimin öyle "ha" diyince yapılabilecek bir şey olup olmadığını bu tür tarihsel romanlardan öğreniyoruz. Dickens bu romanı yazmadan önce Fransa’ya seyahatler düzenlemiş, Victor Hugo gibi yazarlarla sohbetler etmiş ve yoğun bir araştırma ve gözlem sonucunda yazmış ve ortaya tarihin en derinlikli ve incelikli tarihsel romanlarından biri ortaya çıkmış. Romanın büyük bir eser olmasında elbette ki en büyük rol Fransız devrimini konu etmesi değil. Dickens aynı zamanda intikam, aşk, adalet gibi kavramları müthiş bir kurguyla ele almış.

Olay örgüsünü karakter derinliğinden önde tutan bu roman, haksız bir şekilde on sekiz yıl hapis yatan Dr Manette'in, hiç görmediği kızı Lucie'yle, banka müdürü olan Mr. Lorry aracılığıyla kavuşmasıyla başlar. Bay Lorry, Dover’da Mrs. Lucie ile buluşur ve onu aynı zamanda babasının eski hizmetkarı olan bar sahibi Defarge'ın himayesindeki Dr. Manette'ye götürür. Dr. Manette, kızı Lucie'yle beraber Londra'ya döner. Lucie, Londra’da bir duruşma esnasında tesadüfen tanıştıkları Fransız asilzadesi Charles Darney ile evlenir. Ve böylece onlar için mutlu bir hayat başlamış olur. Bu esnada da karamsarlıkla dolu Paris sokaklarında bir devrim hazırlığı yaşanmaktadır.


Üstteki paragrafta iki ayrı cümlede iki ayrı kelime kullandık; “mutluluk” ve “karamsarlık”. İşte bu roman muhteşem düalizmiyle, birbirinden oldukça zıt kavramları ve olguları içinde barındıran iki şehrin, yani umudun hala diri olduğu Londra’nın ve açlığın, sefaletin kol gezdiği Paris’in hikayesini anlatıyor. Her iki şehrin de monarşiyle yönetilmesine ve her iki şehirde de soylular egemen olmasına karşın manzaralar birbirine oldukça zıttır. Dickens kitabın hemen başında bu zıtlığa yani o dönemde Londra’da ve Paris’te yaşanan hayata şu şekilde değiniyor: “Ah o günler ne güzel günlerdi ne de berbat günlerdi, o günler ki bilgelik dolu günlerdi hem de aptallığın zirve yaptığı günlerdi, inançla dopdolu günler, bağrında şüphe barındıran günler, ağzına kadar ışıkla dolu zifiri karanlık günlerdi o günler. Umudun baharı umutsuzluğun hazanı hepsi bir kazanda kaynıyordu. Her şey önümüze serilmiş aynı zamanda önümüzde hiçbir şey yoktu. Hepimiz doğruca cennete gidiyorduk aynı zamanda da cehenneme giriyordu. Yani kısaca söylemek gerekirse aynı şu yaşadığımız günler gibi günlerdi…” Dickens, Shakespeare’in “Olmak ya da olmamak” sözü kadar edebiyat literatürüne girmiş ve en az onun kadar ün salmış bu cümlelerle Fransız İhtilali öncesinde yaşanan hayatı ifade etmeye çalışmış. Fransız aristokrasisi ve monarşisi akıl almayacak derecede bolluk ve lüks içerisindeydi. Dickens bu bolluğun nasıl bir bolluk olduğunu ve asilzadelerin onurunu lekelememek adına nasıl saçma sapan bir çaba içerisine girdiğini, soylulardan biri olan Monsenyör’ün “sütlü çikolata” içme merasimini anlatarak betimlemiş. İşte bu merasimi Dickens aynen şu şekilde anlatıyor; “Evet bu iş için gerçekten de şaşa ile donanmış dört adam gerekiyordu. Bu dört adamın başlarındaki kişi Monsenyörün modasını takip ettiği için cebinde en az iki altın saat olmadan yaşayamazdı. Çikolatanın Monsenyör’ün dudaklarına erişebilme bahtiyarlığına ulaşabilmesi için öncelikle bir hizmetçinin çikolata kasesini Monsenyör’ün mukaddes huzuruna ulaştırması gerekiyordu. İkinci bir hizmetçi ise bu iş için yanında taşıdığı küçük bir aletle Monsenyör’ün çikolatasını öğütüyor ve köpürtüyordu; üçüncü hizmetçi Monsenyör’e peçetesini uzatıyor, dördüncüsü (İki altın saati olan) ise Monsenyör’ün çikolatasını dolduruyordu.”

Paris’te halk ve üst sınıflar arasında iki farklı hayat yaşanıyordu. Bir tarafta tıpkı Monsenyör’ün mukaddes mekanında yaşandığı gibi şatafat ve bolluk diğer yanda ise başta kitaptan verdiğimiz şarap örneğinde olduğu gibi açlık ve sefalet hakimdir. Dickens, Fransa’daki genel durumu anlatmak için kitabın çeşitli bölümlerinde bir takım olaylarla ve örneklerle sürekli betimlemeler yapmış. Zira kitabın kurgusu içerisinde bu betimlemeler ihtilal sonrası Fransız halkında mevcut olan kinin, öfkenin ve intikam hissinin daha anlaşılır hale gelebilmesi için önemli. Özellikle ana karakterlerden biri olan Charles Darney’nin amcası Mösyö Marki’nin, bebeğini at arabasıyla ezerek öldürdüğü adama para teklif etmesi, ardından şatosuna giderken efendisi olduğu taşranın sakinlerinin içerisinde bulunduğu fakirliğin ne dereceye ulaştığını anlatan satırlar, soylular ve sıradan halk arasındaki uçurumu çarpıcı bir şekilde anlatıyor. “Yönetme” anlayışının henüz sosyal devletlerdeki gibi “hizmet” anlamına gelmediği o yıllarda yöneticiler halkın boynuna ödemeyecekleri dereceden vergileri yüklüyorlar, açlıktan kıvranan halk ise bu vergileri ödeyebilmek şöyle dursun vergiyi ödeyebilecek geliri sağlayan üretimi dahi yapamıyordu. Bunu Marki’nin huzuruna gelen kadının anlattıklarından anlıyoruz. Bu bölümlerde Dickens, açlık kavramına ve Fransız halkının yaşadıklarına o kadar çok ve net bir şekilde değinmiş ki ileriki bölümlerde giyotinde idam sahnelerini okurken içimizde halkın neden bu kadar öfkeli olduğuna dair hiç şüphe oluşmuyor. Ayrıca tüm açlığı ve sefaleti okuyucusuna bir bir yaşatıyor.


İnsan canının üst sınıflar nezdinde bu kadar hiçe sayıldığı bir dönemde halkın öfke ve nefretle dolmuş olması normal gelebilir; ancak Dickens’ın ihtilal sonrası dönemi anlatırken haksızlığa uğrayanın nasıl daha çok haksızlık yaptığı üzerinde durmuş. Her ne kadar yaşanan çileler, devrimi meşru kılacak olsa da devrim kendi çocuklarını da yemiştir. Bu büyük eserde henüz ihtilal ile birlikte icat olan yeni kıyım makinesi “giyotin”in nice suçsuzların canını aldığı vurgulanmış. Giyotin devrim sonrasında adaleti sağlayacağı yere giderek halkın haz duyduğu kan ve vahşet gösterilerinin birer aracı haline geliyor. Bu durumu kitapta iki örnekte çok net anlıyoruz; birincisi Charles Darney’nin her ne kadar soylu kimliğini reddetse de bir soylu olarak idam edilmesi için duruşmanın halka açık gerçekleştiği bir mahkemede yargılanırken, Dr. Manette’nin damadı olduğu için idam hükmünden kurtulduğu ve çok geçmeden Dr. Manette’nin hapishanede yazdığı hatıratları delil sunularak yeniden yargılanmasına karar verildiği kısımdır; ikincisi ise isimsiz devrimcilerin Charles Darney’nin ailesiyle birlikte idam edilmesi gerektiği ve küçük kızının sarı saçlarının giyotine çok yakışacaklarını kendi aralarında konuştukları kısımdır. İkincisinde devrimi yapan insanların gözünün ne denli döndüğü çok açıktır. İlkinde ise devrimcilerin bilgiden yoksun bir adalet anlayışı anlatılmıştır. Devrimden sonra kurulan bu mahkemeler kitabın ilk sayfalarında Charles Darney’nin yargılandığı Londra’daki mahkemeye açık bir zıtlık teşkil ediyor. Avukatın olmaması, mahkeme salonunda betimlenen karmaşıklık, halkın jüri olması ve adaleti aramak yerine müthiş bir duygu seliyle mahkumun giyotine götürülmesi için yapılan tezahüratlar Londra mahkemelerinin tamamen zıttıdır. Romanda her zıt şey gibi birbirlerine biraz benzeseler de iki mahkeme arasındaki temel fark birinin adaleti bulma kaygısının olmasıdır.


Romandaki bir diğer dikkat çeken husus ise devrimin gölgesinde yaşanan aşk hikayesidir. Kendine güvenen, yakışıklı, kararlı ve Fransız soylularından biri olan Charles Darney ve ihtiyatsız, hayattan bir beklentisi kalmamış ve öylesine yaşayan, alkolik Sydney Corton’ın aynı kişiye yani Lucie’ye duyduğu sınırsız aşk. Bu özelliğinden dolayı romanımız “tarihi aşk hikayesi” olarak da kategorize edilmiş. Gerçekten de devrim ve devrimin neden olduğu vahşetin gölgesinde kalsa da Dickens birçok aşk romanında dahi göremediğimiz müthiş bir aşkı tasavvur etmiştir. Okurların okuma keyfini kaçırmak istemediğimiz için söyleyemediğimiz Corton’ın aşkı için giriştiği fedakarlık ve Lucie’nin Charles Darney hapishanedeyken, kendisi onu göremese de sırf onun kendisini görebilmesi için arka duvarın önüne gelip sabahtan akşama kadar orada beklemesi ve bunu devrimcilerin kendisinden şüphe duyması gibi bir riske rağmen yapması sadece Fuzuli’nin Leyla ile Mecnun’unda rast gelebileceğimiz türden aşk örnekleridir. Bu aşkı anlatırken yine yazarımızın dehasıyla karşılaşıyoruz. Sıklıkla ifade ettiğimiz gibi romanın olay örgüsü çok zekice kurgulanmıştır. Corton’ın Lucie’ye aşkını ilan ettiği ve bir karşılık bulmadığını anladığı sahnede bu aşk için kendini feda edeceğini söylemesi yazarın kitabın sonunda Çehov misali patlattığı silahlardan bir tanesidir.


Bir bölümü İngiltere’de ve bir bölümü Fransa’da geçen bu roman, olayları birbirine paralel bir şekilde anlatıyor. Kitabın adına yakışır bir şekilde Londra ve Paris’te geçen bölümler birbirine eşittir. Kırk beş bölümden ikisi iki şehirdeki olayların paralelliğini anlatır. On dokuz bölüm Londra’da 24 bölüm Paris’te geçer. Hemen hemen o dönemdeki sosyal yaşama dair her şeyi bulabiliyoruz. Mezar soygunculuğu, bankacılık, lojistik ve iki şehirdeki soylu sınıf arasındaki fark, karı koca hayatları gibi birçok unsur kitapta derin bir şekilde anlatılmasa da akılda soru bırakmayacak kadar yer almıştır. Dolayısıyla bize olay örgüsünü takip etmek ve sayfalar ilerledikçe artan merak duygusunun verdiği hazzı yaşamak kalmıştır.

Viktorya dönemi yazarlarından biri olan Dickens’ın bu romanı “Household Words” dergisinde tefrika edilmiş. Arkadaşı Wilkie Collins’le birlikte kurduğu bu dergi daha sonra kapanmıştır. Romanın orijinal adı “A Tale of Two Cities”tir. 1935 yılında aynı isimde bir de sinema filmi yapılmıştır. Fransız devrimi, devrimde kadının rolü, devrime giden süreç ve sosyal yapı, iki şehir arasındaki farklar ve tüm bunları anlatırken güzel bir aşk hikayesiyle birlikte görkemini gözler önüne sunan bu roman hem bizim için hem de birçok otorite için kesinlikle okunması gereken klasikler arasında yer alıyor.


 
 
 

Comments


bottom of page